Gülseli İnal’ın Ruhların Gardiyanı – Müslüm Yücel

21’inci yüzyıla kadar geçen zaman diliminde en fazla hapishane konuşulmuştur. Burada insanlar, insanlara egemen olmak isterler ve bunun için kimi yöntemler geliştirirler; “azap” ve “gözetim altında tutma” ilk akla gelen mekanizmadır. Michel Foucault’ın deyimi ile artık büyük bir kapatma söz konusudur. Azap ve gözetim altında tutmanın en önemli unsuru ise gardiyanlardır. Bunlar, iktidar için azabı ve gözetim altında tutmayı kendilerine meşru görür ve hatta bu işte uzmanlaşırlar. Gülseli İnal toplumsal ve siyasal tarihini iyi bildiğimiz ve giderek alışmaya başladığımız bu büyük kapatmanın iç dünyamızdaki karşılığını yazıyor Ruhların Gardiyanı1 adlı şiir kitabında. Bu kitapta varlığımızın maddi olmayan yanı- özü; yani ruh ile karşılaşıyoruz.

Ruhların Gardiyanı’nın eylem ve fikir yeri hapishane değildir; gözle görebildiğimiz, elle tutabildiğimiz her yerdedir ve bizi öyle bir yere getirir ki, kendimize karşı bile bir gardiyan- bir denetim mekanizmasına döneriz. Bildik gardiyan bedenimizi alır ama ruhumuzu tutsak edemez. Ruhun Gardiyanı ruhumuzu alır, bedenimizi çürütür; onunla birlikte bir tek anlarız, iktidar bir yerde değil, her yerdedir. Kitabın tamamı artık her yerde, her yer olmasa da içimize sinen gardiyanla ilgidir.

Kitapta evrenin sınırları yoktur. İnsanın sınırları vardır ve burası da tıpkı toprak gibi milim milim ölçülmüştür. Güneş ışınları bile burada zoraki bir eğime tabii tutulmuşlardır. Mevsimler ve nesneler bu ölçümden paylarını almışlardır; mevsimler insanlar gibi “saplantılı” bir hale gelmişlerdir, nesneler “kaçış” halindedir. Burada geçmiş zamanın tozlarına bulanmış “parlak parçalarla donatılmış” şimdiler içerisindedir; imgeler başattır; anılar kesik kesiktir, deniz bile bir masaldır; rüyalar, ölü çınardan düşmüşlerdir ve bu çınarın dalları “çürümüş baykuşlarla” doludur.

Burada bir çember buluruz; çemberin adı Nar Marattum’dur (acı nehir). Babil’i bu çember kuşatır; Babil, bu çemberden bakıldığında bir ada gibi görülür. Acı denilmesinin de kuşkusuz anlamı vardır; acı, kozmik okyanusu temsil eder. Bu acı nehir bin yıllardır akar ve en önemli işlerinden biri geceleri Dicle’den su çalmaktır. İnsan bu acı nehrin oklarının değdiği yerlerde büyümüştür, burada gelişmiştir ama artık buraya dönme şansını kaybetmiştir. Aşk ve doğasıyla sevgili de bu acı nehrin sunduğu harita içinde yerini alır; evet, sevgili “yüreğin üstündedir”, hatta doğu burçlarından “biraz önce” doğmuştur; hatta “kıpkızıl teni” volkanla yarışmaktadır ama “sabıkalı bir göğüsten” süt yerine “demir” emmiştir, yeşil buzağının gölgesine gizlenmiştir.

Artık işi sevmek ve sevilmek değildir; işi “yalancı mihraplar” önünde, “günahkâr ölüler” tasarlamaktır: Hem tutsak, hem tutsak eden; hem ölen hem öldürendir. Bir çıkmaz ama bu çıkmazdan, çıkmak istemeyendir. Doğduğu yer, aşkın olduğu, insanların “rüzgârla” büyüdüğü bir yerdir ama buraya da gelmez- tümden çıkmazdır. İnsan, çıkmazdadır ve insanı bu hale getiren çıkmaz dünyayı kuşatmıştır; dünya “sütü kesilen kadınların”, “bedenleri yanan çocukların” yeridir; o büyük masal anlatıcısı deniz bile sadece kadavra taşımaktadır (s., 5- 12).

Herkes, bir diğerinin gözünde sabıkalıdır. Herkes bir savunma hali içindedir. Sabıkalıyım şiirinde hep bu birileri vardır; biz, ben hep bu birilerinin gözünde sabıkalıyızdır ve tek bir işimiz vardır: Kendimizi aklamak. Suç yoksa bile bir suç bulmak. Çünkü hayatımız birilerinin suçsuzluğu üzerine kurulmuştur. Bir zamanlar bir yerlerde elma toplamışlığımızın, lacivert yapraklarla beslenmişliğimizin, armutlarla uyumuşluğumuzun, hatta insani bir saflık içinde “kuru ağaçlar kandırdı beni” dememizin, “evrene âşık” olmamızın bir anlamı yoktur.

Bir tek onların- onun bize atfettiği suç vardır. Onun bu hard dili karşısında “kayalardan öğrendiğimiz yazı” ve konuşma dilimiz olan Onija çaresizlik içindedir ve bize reva görülen tek şey vardır: Sabıkalı olmak. Bundan böyle “ruha kelepçe” takılacak, “cüceler” dans edecek bedenimizde (s., 13). “Zamansız kılıçsız kalkansız” (s., 16) yaşamının da bir anlamı olmayacaktır. Soruları olmayan bir sınavdır sanki, doğa baştan başa katledilmiştir. Herkes bir belirsizliğe uyanmıştır. Hayat veren su bile “umutsuzdur”, “küçük hayatlar” gözden kaçıyor, büyük hayatlar sadece bizi “yargılıyordur” (s., 24) ve burada, “kendini savunanların/ hiçbir biçimi yoktu” (s., 26). Burası bir eşiktir, burada birileri her zaman“dış mihraklar” diyerek ayakta kalıyordur. Burada parçalanan erleri bir tornado (kasırga) alıp götürüyordur.

Ancak burada, sınav sonrasında bize bir seçme şansı veriliyor ki bu şans, tiran olmaktır! Evet, tiran olabiliriz ama o zaman denge olma halimizi kaybederiz. Dahası yer altında sıkışıp kalan ve bu güne kadar bizden arkadaşlıklarını esirgemeyen bitkiler ve akrabamız olan otuz milyon yaşına gelmiş ağaçlar küserler, hatta bizden yollarını bile ayırabilirler. O zaman yok oluruz ve masumiyet kaybına uğrar evren. Kasırgadan sonra gelişen Kasırga Adam, bunları hiçe sayar, lanet değildir bu adam, insan yiyicidir, doğayı karıştırır ve giderek, dünyayı yiyip yutan canavara dönüşür. Bir biçim değiştirme vardır; beden, ruh ve evren ya biçim değiştirmiş ya da yön değiştirerek garip bir karanlığa gömülmüştür ve burada, değil diriler, ölülerden bile yardım isteme şansımız kalmamıştır.

Artık zaman solmuş ve “tüm kötülük kendini yüceltmeye adamıştır” (s., 41). Kazıp dursak da kendimizi, atsak da üstümüzden sarı toprağı, aynalar dolu salonda kendimizi kaybetmişizdir. En sevdiklerimiz de kaybolmuşlardır. Onların bir zamanlar bakmış oldukları aynalarda bile rastlayamayız, hayat boyunca ırmak olmamız, eski bir “bir zamanlarda” kalmıştır; “su için duaya yatanlar” bile “aramızdan ayrılmıştır” (s., 50) ve en sevdiğimiz kimseler bile bir sınav yerine dönmüşlerdir. Rüzgar esiyordur, evet; hatta rüzgar, geçmiş yüzleri onarıyordur, “harap kemiklerin arasından yükselip” bedenlere mis “kokular” da dağıtıyordur. Ama burası, “Ana” ve kaynak dediğimiz burası bile artık bir acımasızlıktır: “beslendiğim ihanetler” de (s., 50). Ruhların Gardiyanı’nda açıkça bir yüz yıl vardır ve bu yüzyılı taştığımız son on sekiz yıl.

Şiddet hayatın bir gerçeği haline gelmiştir, hatta şiddet TV’lerde canlı bir şekilde izleniyor. 21’inci yüzyılda, kaybolduğumuzda bize yol gösteren ve geçtiğimiz yollara insana ait kimi işaretler bırakan, dinler öncesi tanrı ve tanrıçalar yok olup gitmişlerdir. Tarih ve folklor içinde de yer alan bu güzellikleri insan ya kırıp dökmüş ya yerinden etmiştir. Taştan ağaca, denizden toprağa akan bu tanrı ve tanrıçalar “dev asma kütüğünden kopmuş” yeşil kolları her zaman sarmışlardır bizi; şimdi, tenleri “söz verilmiş” ama yerine getirilmemiş “bir duadan” dolayı yanıyor.

Umut mu? Cılız bir belki. Evet, ağaçlar birbirinin ruhuna sahip çıkarlar; belki, şimdi bu yanan ağacı ziyarete bile geliyorlar ve mezarını yapraklarıyla kaplıyorlardır; belki, “narin bir dal” bile uzanıyordur bedenine ve böylece “kemikleri” rahatlıyordur (s., 79).

Bu rahatlama ile birlikte ben, bir yazıcı ve yaklaşık otuz yıldır Gülseli’nin takip eden ve dostu olan ben, ilk kez bu kadar dokunaklı bir kelime ile karşılaşıyorumdur: Felek. Kitapta ilk kez “Aynadaki Anne” şiirinde bir “ah felek” (s., 39) diye bir ses duyarız ve bu ses bize, üç kuşağı verir: Nine, anne ve torun… Merkez annedir; annesine ve çocuğuna seslenir, ikisi arasında bir bağdır. Doğrudan Felek ise yedi bölümlük uzunca bir şiirdir. Şiirde bir giden vardır: “Saf kendiydi giden” (s., 98). Artık, bu kendisiyle gidenlere yabancıdır dünyamız… Çünkü saflık bitmiştir.

Kitabı kapatırken kulağımızda Romalı denizcinin duasıyla birlikte kâtiplerden birinin “orada yazıyorum, burada konuşamıyor, iğneli kuyuda düşüncelerim, çıkıp haykıramıyorum” demesi kalır.

*Gülseli İnal, Ruhların Gardiyanı, Zuzu yayınları, İstanbul 2018. Yazıda yer alan bütün alıntılar bu kitaptandır.

Bir yanıt yazın