Batman’ın eski ve Kürtlerin dilindeki adı, “Êlih”, Allahın yurdu demek; görünmez bir şeriatın durmadan öldürüp intihar süsü verdiği kadınlarıyla biliniyordu son yirmi yılda, ve belki bir de Allahsız şairler doğurmasıyla da anılacak gibi görünüyor. Özlem Yaşar’ın dağlardan söylediği şiirleri “Allahın Yurdu” başlıklı bir kitap halinde, ve sevgili üstad Şükrü Erbaş’ın hayalgücünden çıkmış gibi, yılar önce çıkmıştı Lis Yayınevinden. Bu yetmezmiş gibi, şimdi de “çıkarın beni bu dışarıdan” diye bağıran genç bir şairin, Şehmus Ay’ın “Yaşama Cezası” başlıklı kitabı Kanguru Yayınları’ndan çıktı.
Özlem, bir ülkesizlik duygusunun hakim olduğu defterini, Allahın Çölündeki Mahmur Mülteci Kampı’nda şu kelimelerle bitirmişti:
“Ama zaman yok diyorum
Aslında zaman hiç bir yerde yok
Mayıs kuşları var, hayvan kemikleri, biraz çöl belki
ve bu şehrin kustuğu ölü bir ışık.”
Hala genç olan Şehmus ise, şöyle başlamış kitabına:
“Cahiliye devriydi
Karanlık bir zaman
Şehadet şerbetine benzeyen ırmaklar akardı içimizden
kendine bir yol bulmamış göçebe kavimler
coğrafyaları dolanan uzun yollara bakardı
Menzil yok varmak için uzaklık yok yol yok
Bütün yolculuklar zamana çıkardı
Lahitlere dönüşen alnımıza düşen perçemler
dilsizlikten ölümden kederden kimsesizlikten
simsiyah buruşurdu”
Kürtlerin şiirleri, tuhaf, hep orada olduğunu bildikleri bir dünyanın çocukluklarından beri karış karış bildikleri toprağında yürürlerken tuttukları bir izlenimler defteri. Yani her gün gördüğümüz bir nesnenin aslında öyle olmadığını anlatmak ister gibi hepsi. Aynı nesnelerin, aynı zamanda ve aynı mekanda, aslında başka biçimlerde de mümkün olabileceklerini anlatmak mı istiyorlar? “Gözlemci, bir taşı gözlerken, aslında taşı değil, onun kendisi üzerindeki etkilerini gözler” demişti Russell. Bu yüzden mi, Allahın Yurdu’nun Allahsız şairleri, her zaman bildiğimiz ve gündelik doğal bir cehaletle hiç de tınmadığımız bu dünyanın nesnelerini böyle anlatırlar. Dünyayı değiştirmeyi amaçlamıyorlar hayır, buna inanamam, ama belki de aşırı değiştirilmiş bir dünyayı yeniden, ‘dünyayı değiştirme isteğinin yokettiği duygular’ı yeniden bulmak için ilk haliyle tasarlamaktır işleri. Belki, -belki.
Fakat bunlar bizim düşlerimiz, -aslolan neydi, -gerçekte toprak? Gerçekte kar? Bizi kafeste yaşamaya alıştırdılar, sokaklarda, evlerde. Ülkesizlik değil bu, Şükrü Erbaş’ın “acı” diye söylediği, daha çok dünyasızlık.
Kürtler, alışılmadık bir biçimde, genelgeçer bir patriotizmden uzak duruyorlar. Şehmus gibi, -o, uzak bir mekana tuz almaya gönderildiğinde yolunu kaybeden bir çocuk ve şimdi çevresine bakıyor: Bu dünya nedir? Gerçekte ne olmuştu?
“…sonraları bağışladım kendimi
şiddet ile şiir arasında
bir yer buldum da…”
İşte burası. Kaldığımız yer. Dünyanın en inanılmaz cennetlerini bize verdiklerinde de, hala özleyeceğimiz bir yer kalır. Nasıl anlatırsın bunu?
Çocuk Şehmus, tuz almaya gidip de dönmediğinde, “yaralı ele geçmişti”. Özlem ise tuz dolu bir dünya bulmuş da, bu kadar tuzu nasıl paylaşacağız diye tefekkürle meşgul besbelli.